19 Şubat 2015 Perşembe

Anadolu Efsaneleri

KIRK YIL SIRTINDA ODUN TAŞIYAN ŞAİR

yunusemreYoksul Yunus sırtıyla kırk yıl dağdan odun indirdi. Kırk yıl sabretti yüreğine aydınlığın  doğacağı günü bekledi.
Sivrihisar’a bağlı Sarıköy derler bir köy vardı.  Burada Yunus adında genç bir adam yaşıyordu. Taptuk Emre adında bir yol göstericinin kapısına sığınmıştı. Başka insanlarda vardı burada. Taptuk Emre Yunus’u dağdan odun getirmekle görevlendirmişti.
Yunus her gün dağa gitti, odun getirdi. Bunlar öyle odunlardı ki oklava gibi dümdüzdü.  “Niçin hep düzdün odun getiriyorsun? Ormanda hiç eğri odun yok mu?” diye soranlara “Taptuk’un kapısına eğri odun yaraşmaz,” karşılığını verirdi.
Bir yıl değil, beş yıl değil, yoksul yunus tam kırk yıl hergün dağdan odun taşıdı. Durumundan kimseye yakınmadı, yazıklanmadı.
Kırk yıl geride kalmıştı. Bir akşam Taptuk ocağında kalabalık bir topluluk yer almıştı.  İlahiler okunacak, şiirler söylenecekti. Yunus da dağdan yorgun argın gelmiş, kapı ardında bir yere ilişmişti. Taptuk’un adamları arasında Yunus’-ı  Güyende (Söyleyici Yunus)adında bir şair vardı. Taptuk emre ona:
“Yunus,” dedi. “haydi bir şeyler söyle de dinleyelim.”
Güyende mırın kırın etti, bir şeyler demek istedi başaramadı.
Ak sakallı Taptuk Koca, topluluğa bakındı. En arkada kapı dibinde Yunus’u gördü.
“Haydi oduncu Yunus, sen söyle!”
Yunus bir anda gözlerinden bir perde kalkmış gibi içinin aydınlandığını hissetti.  Her şeyi daha bir arı duru duru görmeye başladı ve dili çözüldü. O gece orada öyle güzel şiirler söylendi ki dinleyenler kendilerinden geçtiler.
Ertsi gün Taptuk baba Yunus’u çağırdı:yunusemre1
“Artık,” dedi, ”aradığını buldun. Çilen doldu, tamam oldu. Bundan böyle bu kapıya odun getirmen gerekmez.”
Yunus pirinin elini öptü. Sırtında aba, ayaklarında çarık, omzunda çıkını, elinde sopası yollara düştü. Dağlara taşlara, uçan kuşlara, tarlalarda çalışan insanlara, atlarının üstünde kurumlu kurumlu giden eli kanlı beylere şiirler söyleyerek yıllarca dolaştı. Yolu bir gün Konya’ya düştü. Büyük şair ve bilgin Mevlana’nın yanına vardı, elini öptü.
Mevlana kendisine yeni yazdığı altı ciltlik Mesnevi adlı kitabını gösterdi. Yunus baktı, karıştırdı:
“Uzun yazmışsın,” dedi “Ben olsam, Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm derdim, olur biterdi.”
Yunus bütün Anadolu’yu Suriye’yi, Azerbaycan’ı içine alan uzun yolculuğundan dönünce gene Taptuk Emre’nin yanına vardı. Taptuk Baba, artık iyice yaşlanmıştı. İki gözü görmez olmuştu. Yunus’a:
“Yunus’um,” dedi, “iki güneş bir arada barınmaz, şimdi bir ok atacağım. Bu oku ara, onu nerede bulduysan orada yerleş kal.”
Ok vınlayarak bulutların arasında kaybolup gitti.  Yunus tam beş yıl bu oku aradı. Sonunda doğduğu Sarıköy’de buldu. Oraya yerleşti ve orada öldü. Şimdi mezarı Sarıköy’dedir.
Yunus Emre Türk edebiyatının en büyük şairlerinden birisidir. O zamanki Türk aydınları Türk dilini hor görüyor, Arapça, Farsça yazmayı üstünlük sayıyorlardı. Yunus emre halkın konuştuğu Türkçeyi şiir dili yaptı. Üstün şairlik yeteneği ile dilimizi içlere işleyen  akıcı ve sıcak bir ses haline getirdi.
Türk halkı onu yedi yüz yıldır hiç unutamadı. Kimi kentli şairler onu küçük gördüler, yazdıkları kitaplarda adını anmadılar ama köylünün, kasabalının,, hatta dağ başındaki çobanların dilinden hiç düşmedi.
Şiirlerinden hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun, insanları sevmek gerektiğini, barış içinde yaşama dileğini dile getirdi.
Derler ki, Yunus üç bin tane şiir yazdı. Şiirlerinin yazılı bulunduğu defter, Yunus öldükten yüz yıl sonra  Molla Kasım adında bir Ham Sofunun  eline geçti. Defteri yanına aldı. Irmak kıyısına vardı. Sağ yanında bir ırmak akıyordu sol yanında da bir ateş yaktı. Başladı şiirleri okumaya. Dar kafalı Molla, şiirleri okuyor hiç birisini beğenmiyordu. Bunları dine aykırı buluyordu. Okuduğu sayfayı koparıyor kimini yanı başında sessiz sessiz akıp giden ırmağa atıyor, kimini de oylum oylum yanan ateşte yakıyordu. Tam iki bin şiiri yok etmişti. Birden eline iki bin birinci şiir geçti. O şiirin sonunda şöyle deniliyordu:
“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sorguya çeken bir Molla Kasım gelir.”
Molla Kasım böğründen kurşun yemişe döndü. Dili dişi kitlendi. Ben ne yaptım da iki bin şiiri yaramaz diye yok ettim,” diye dövünmeye başladı.”
Ama dövünmesi gereksizdi. Çünkü o şiirlerin hiç birisi boşa gitmedi. Yok olmadı. Halkımızın inancına göre bu gün ırmağa atılan bin şiiri denizlerde balıklar, yakılan bin şiiri gökyüzündeki kuşlar, kalan bin şiiri de insanlar okuyor.
Şimdi siz bunun aslı varmı diye soracaksınız. Aslı olmasa da bir büyük şaire halkın verdiği değeri göstermesi bakımından çok güzel bir hikaye… büyük şairler çiçeklere benzer, halk toprağında her yıl yeniden açıp dururlar.

ŞAHMARAN EFSANESİ

   Efsaneye göre Şahmaran yüzlerce yıl önce Tarsus’ta yaşayan yılan vücutlu kadın başlı bir kahraman. Bahçesinde insanoğlunu cezbedecek her türlü yiyecek ve ziynet eşyası bulunan Şahmaran kimsenin bilmediği bir yerde insanoğlundan uzakta yerin altında yaşamış ta ki insanoğlu Camsab tarafından bulunana kadar.
    Yoksul bir ailenin oğlu olan Camsab bir gün ormanda bir kuyu dolusu bal bulmuş. Balı çıkarmak üzere kuyuya inen Camsab’ı bütün balı yukarı çeken arkadaşları aç gözlülükleri yüzünden kuyuda bırakmış. Yalnız başına feryat eden Camsab tam da ümidini kesmişken topraktan iğne deliği büyüklüğünde ışık sızdığını farketmiş. Cebindeki bıçak ile ışığın geldiği deliği büyüten Camsab ömründe görmediği kadar güzel bir bahçeye girmiş. Bu bahçede dünyada eşi benzeri olmayan çiçekler ortasında bir havuz ve çevresinde oturaklar ile bir yığın yılan bulunuyormuş. Havuzun başındaki taht üzerinde insan başlı süt beyaz vücutlu bir yılan Camsab’a kendi diliyle hitap etmiş; ‘Hoşgeldin insanoğlu çevrendekilerden korkma sen bizim misafirimizsin’
    Şahmaran Camsab’a türlü türlü yiyecekler ikram edip kendi ülkesine nasıl ve neden geldiğini sormuş. Camsab hikayesini uzun uzun anlatmış… Camsab’ı dinleyen Şahmaran başını sallayıp ‘İnsanoğlu nankördür hilekardır. Küçücük menfaatleri karşısında muazzam zararlarına razı olur’ demiş.
   Şahmaran’ın güvenini kazanan Camsab uzun yıllar bu bahçede yaşamış. Yıllar sonra bir gün Şahmaran’a yaklaşan Camsab ailesini çok özlediğini söyleyip ‘Nolur beni aileme kavuştur’ diye yalvarmış. Bunun üzerine Şahmaran kendisini salıvereceğini ancak yerini kimseye söylemeyeceğine ve asla hamama girmeyeceğine dair söz vermesini istemiş. Çünkü Şahmaran’la karşılaşan her kim olursa hamama gittiğinde vücudu pullarla kaplanırmış. Şahmaran’a söz verip ailesine kavuşan Camsab uzun yıllar verdiği sözde durarak Şahmaran’ın yerini kimseye söylememiş ve hiç hamama gitmemiş.
    Derken bir gün Camsab’ın yaşadığı ülkenin hükümdarı Keyhüsrev hastalanmış. Vezir hastalığın çaresinin Şahmaran’ın etini yemek olduğunu söylemiş ve herkesin hamama getirilmesini istemiş. Önceleri direnen sonra zorla hamama gotürülen Camsab’ın vücudu hamama girince pullarla kaplanmış. Sonunda da yapılan işkenceye dayanamayarak canını kurtarmak için kuyuyu göstermiş. Hemen kuyunun başına gidilmiş ve Şahmaran dışarı çıkarılmış. Camsab’ı gören Şahmaran ‘İşte Camsab nihayet kanıma girdin. Ben insanoğluna itimat edilmeyeceğini biliyordum. Fakat ne çare ki yine aldandım’ demiş. Ölüme giderken de Camsab’a ‘Beni toprak çanakta kaynatıp ilk suyumu sana içirecekler sakın içme zehirlidir. İkinci suyumu iç gövdemi de hükümdara yedir’ demiş Şahmaran’ın söylediklerini harfiyen yerine getiren Camsab ilk suyu vezire içirip ikincisini kendisi içmiş. Etini de hükümdara yedirmiş. Vezir ölmüş hükümdar da kısa sürede iyileşip Camsab’ı veziri yapmış.
    Efsaneye göre Şahmaran’ın öldürüldüğünü yılanlar bilmemekte. Tarsus’un Şahmaran’ın öldürüldüğünü öğrenen yılanlar tarafından basılacağı rivayet edilir.



GORDİON

gordionPolatlı çevresinde Gordion adlı bir kentin kalıntıları vardır. Bu mitolojik kentle ilgili bir çok efsaneler anlatılır:
Efsane bu ya, sakın olur mu olmaz mı demeyin. Lidya Kralı Midas zamanında geçen efsanede kentin yönetici seçimi vardır.  O zamanın Gordion kentinin ünlü alimi bir kehanette bulunur.  Kentin ve ülkenin gelecekte kralı olacak kimse bu gece yarısına doğru saman yüklü bir arabayla kente girecektir.
Kâhinin bu kehaneti üzerine bütün kent halkı gece uyumaz, sabaha kadar kente gelecek yeni kralı beklemeye başlarlar. Gordion adındaki çiftçi, hazırladığı samanını kentte satmak için sabah erkenden yola çıkar. Gecenin karanlığında yolculuğunu sürdürerek kente gelir. Bu çiftçi ünlü Kral Midas’ın babasıdır.
Çiftçi Gordion, kente sabahın alacakaranlığında girer. Her yer bomboştur. Bu sırada geceden beri meydanı gözleyen halk birden meydanı doldurur. İçlerinden en saygın olanlarından yaşlı bir adam:
“İşte kehanet gerçekleşti. Kentimizin ve aynı zamanda ülkemizin yeni yöneticisi bu adamdır.” Diyerek köylünün krallığını ilan eder. Köylü Gordion, ne olduğunu anlamadan kendini kral tahtında bulur.  Tahta oturunca, bir süre şaşkınlıkla etrafı inceler. Heyecanı geçince de kral olmaktan memnun kalır. Ancak kentin meydanında duran bir türlü bir kenara atmaya gönlü elvermez.  Arabasını alıp kentin en büyük tapınağına götürür. Onu tapınağa armağan eder. Çiftçilik yaptığı günlerde arabanın önünde kördüğüm olan bir ipi çözemediği aklına gelir. Çevresindekilere:
“Bu ipi kim çözerse ona büyük armağanlar vereceğim” der.  Ancak ipi kimse çözemez. Zaman geçer araba ve çözülmeyen kördüğüm bir kehanete kaynaklık eder. Kehanete göre, bu ipi kim çözerse Asya kıtasının kralı olacaktır. Bir çok kimse şansını denerse de bu gizemli ipi çözemez.
……
Yıllar sonra, dünyanın hakimi olmak isteyen Büyük İskender Gordion Kentine gelir. O da efsaneyi duymuştur.
Kördüğümünü çözmek için çok uğraşır. Ama uzun uğraşlarına rağmen bir türlü çözemez. Bakar ki çözmesi imkansız. Kılıcı ile düğümü iki parçaya ayırır.  İpler kendiliğinden çözülüverir.
Kördüğümü çözen Büyük İskender, Asya kıtasının önemli bir bölümünü kısa zamanda ele geçirerek, dünya hakimiyetinin yegane hükümdarı olduğunu ispatlar…



ANADOLU

AnadoluTarihteki bir çok medeniyetin beşiği olan Anadolu, çeşitli uygarlıklara yurt olmuş cennet bir ülkedir. Anadolu adının nereden geldiği sorulduğunda şöyle bir efsane anlatılmaktadır:
Ankara’nın Kızılcahamam ilçesine bağlı Taşlıca Köyü’nde geçer bu efsane. Taşoluğun önünde güzel bir çeşme vardır. İşte bu çeşme efsanenin ana kaynağıdır.
Asırlar önce çeşmenin bulunduğu yerler hayli ıssızdır.  15. yy. da bir Türkmen subayı, ordusunun önünde seferden dönmektedir. Ordusu o kadar yol katetmiş ama su bulamamıştır. Bitkin haldeki askerlerin susuzluktan dudakları kavrulmuş, neredeyse ölmek üzeredirler. Koca ordu nice zaferler kazanmış, bayrağını yere değdirmemiş, başı dik ordu neredeyse susuzluğa yenilmek üzere.
Ümitler kaybolmak üzere iken, bir Türkmen kadını belirir uzaktan. Elinde kocaman bir ayran bakracı. Önüne çıkan askerlere elindeki tası doldurur verir. Kimisinin matarasına doldurur. Bütün askerlere ayran içirir, yine de ayranı bitmez. Kocaman orduda ayran vermediği asker kalmaz. Matarası dolu olan askerlere bir daha seslenir;
“Oğlum uzat mataranı doldurayım,” diye.
“Ana doludur,” derse de askerler.
“Ana doludur.”
“Ana doludur.”
Ana dolu, diye cevap veren askerler mataralarında ayran dolu olduğunu belirtirler.
Böylece günümüzde yaşadığımız bu toprakların adı, o günden sonra Anadolu olarak anılmaya başlanır.

0 yorum to “Anadolu Efsaneleri”

Yorum Gönder